Bozcaada Hakkında

Antik çağlarda Leukophrys, Yunan mitolojisinde Tenedos adıyla bilinen Bozcaada, içinde bulunduğu coğrafyadan farklı iklimi, temiz kalmış denizi ve kendine özgü içe dönük yaşamı ile küçük bir kuzey Ege adası…

Mitolojide denizler tanrısı Poseidon’un torunu Tenes tahta bir kutu içinde denize atıldığında, dalgaların onu Leukophrys adasına sürüklediği söylenir. Tenes burada karaya çıkar ve adaya yerleşir, yabani asmadan ürettiği üzümle adayı zenginleştirir. Bağcılık ve şarap kültürü, Tenedos adasının simgesi olarak üçbin yıldan günümüze ulaşır. Bozcaada tarihi boyunca çeşitli ulusların istilasına uğramış, göçler ve savaşlarla nüfusu sürekli değişmiştir. 1500’lü yıllardan itibaren Osmanlıların egemenliğine girmiş olan adada Türklerle Rumların geliştirdiği zengin ortak kültür, 1960’lı yıllardan itibaren Rumların adadan göçe zorlanmasıyla zayıflamış, bağcılık ve şarap üretimi gerilemiştir. Son yıllarda bu özgün kültürün yeniden canlandırılması için yapılan çalışmalar, yerel tatların korunup tanıtılması ve bağcılıkla şarapçılığın gelişmesi, ne yazık ki Bozcaada’nın kaldıramayacağı kadar hızlı ve büyük bir turizm hareketini de beraberinde getirmiş, giderek artan aşırı turizm yükü, adanın sakin ve temiz çevresini tehdit eder hale gelmiştir. Adanın tamamının doğal ve tarihi sit alanı olması sayesinde, bugüne kadar aşırı ve çirkin yapılaşma bir ölçüde önlenebilmiş olsa da, bu gün özellikle bakir koylar ve orman alanları büyük bir yapılaşma tehdidi altındadır. Bozcaada’yı, kültürü, temiz çevresi, yerel üzüm türleri, balıkları, kuşları, tavşanları, kirpileri, kedi ve köpekleriyle ve sakin yaşam tarzıyla geleceğe taşımak, doğayı gerçekten seven insanların çabalarıyla mümkün olabilecek…

Şükran Dinlenmiş

Bozcaada: Hayaletlerden Gelecek Ümidine?

Girit Denizi’nden Çanakkale Boğazı’na uzanan Ege Denizi, çok sayıda adayı barındırır. Bazıları kendi başına bir ülke boyutundayken (Girit, Eğriboz); bazıları da ‘oldukça büyük’ sayılır (Sakız, Midilli, Rodos). Bunların haricinde de çok sayıda orta ve küçük boy adalar vardır. Bu adaların hepsinde, en azından 1960’lara dek, adeta zamanın donup kaldığı izlenimini veren bir manzara vardı. İçi teknelerle dolu liman; ona bakan bir kahvede ve meyhanede oturup kahve, rakı veya şarap içerken limanı seyreden adamlar; Arnavut kaldırımlı dar sokaklarda mavi veya vişneçürüğü rengine boyanmış kepenkli, beyaz badanalı evler; siyah başörtüsü takmış veya beyaz saçlarını topuz yapmış kadınlar; zeytin ağaçları ve deniz. Bu dekorun önündeki yaşam, Anadolu’dan da, Rumeli’nden de farklı olan, kendine has bir adalar kültürünün etkisinde şekillenmişti. Anakaranın kentlerindeki kadar hareketli değildi belki; ama yine de yortulardan bayramlara, panayırlardan düğünlere varıncaya dek, yaşamın coşkusunun hep birlikte kutlandığı pek çok özel zamana sahipti. Din veya dil farklarının sınırladığı (iki veya üç asır önce, bu sınır şimdi görmeye alıştığımızdan daha esnek ve geçirgendi) toplumlar, anakaranın uzağında, denizin çevrelediği bir kara parçasında yaşamanın, onları birbirlerine muhtaç kıldığının farkındaydılar. O yüzden, bahsedilen dekorun önündeki yaşam da ortaklaşaydı. Bu ortaklığın uzun bir süre devam ettiği adalardan birisi de Bozcaada veya Rumca adıyla Tenedos adasıydı.

Bozcaada’yı hâlen böylesi eşsiz kılan özelliklerinin başında bu devamlılık unsuru vardır. Zira Yunanistan’ın egemenliğindeki adaların tarihsel Müslüman cemaatleri 20. yüzyılın başlarından itibaren ortadan kalkmaya başlamış, kalanlar da Mübadele ile yurtlarından ayrılmışlardır. Türkiye’nin egemenliğinde kalan İmroz’da, ortaklaşa bir hayat hiç olmamıştır; hükümetin görevlendirdiği memurlar hariç adalıların tamamı Rumlardan oluşuyordu. Bozcaada’daysa Müslümanlar daima azınlıkta olmalarına karşın, belirgin bir mevcudiyetleri olmuş ve Rumlarla iç içe beş asır yaşamışlardı. Bu süre, iki toplumun insanlarının birbirine benzemesine; yiyip içtiklerinden giydiklerine yahut insani durumlar karşısında gösterdikleri davranış biçimlerine yansımış olan belirgin bir ortaklaşa yaşantının meydana gelmesine yetmiştir. O kadar ki, bu ortaklaşa hayata dair unsurların çoğu, karşı kıyıdaki Anadolu yerlileri tarafından yadırganmış; kızlarını adalı ailelere gelin vermekte tereddütlü Anadoluluların, ‘huyu huyumuza, suyu suyumuza benzemez’ dedikleri adalıları, açıkça ‘yabancı’ gördükleri anlar olmuştur. 

Bu ortak yaşantı etrafında dönen dünyanın devamlılığı, 1920’lerle birlikte sekteye uğramıştır. Adalı Rumlar için, Rumca eğitim son bulduğu 1927’den sonrası genel olarak zor dönemler diye hatırlanmış ve Demokrat Parti’nin Rumca eğitim yapan okulların yeniden açılmasını sağladığı 1951’e kadar devam ettiği düşünülmüştür. Fakat adanın ortak yaşantısındaki esas büyük çatırdama, sanılanın aksine erken Cumhuriyet döneminde değil, 1960’ların ortalarında gerçekleşmiştir. Kıbrıs’taki Rum ve Türk toplumları arasındaki gerginliğin karşılıklı kıyımlarla şekillenen bir şiddet sarmalına dönüştüğü 1964 sonrasında, Bozcaadalı Rumlar adayı terk etmeye başlamışlardır. 1974’te Türkiye’nin Kıbrıs’a yönelik olarak uyguladığı askerî harekât bu çıkışı hızlandıracaktır. 1974’ten sonra Bozcaada’nın Rum cemaati ortadan kalkmıştır denebilir; tabii onların Türklerle birlikte asırlardır ördüğü ortak yaşam da öyle. 

Fakat bu durumla ilgili bir tuhaflık da vardır. Bugün Bozcaada sokaklarını ilk defa dolaşan bir ziyaretçi, gördüğü lokanta, meyhane, tatlıcı, dondurmacı ve pansiyonların bolluğu ve zenginliği karşısında muhtemelen şaşıracak ve muhtemelen sonunda şu soruyu soracaktır: “İyi ama tüm bu dükkânların isimleri Rumca. Bu isimlerin sahibi olan kişiler neredeler?” Bu, yerinde bir sorudur. O kişiler, bugün adada değil; Avustralya’da, Yunanistan’da, Fransa’dadırlar. Fakat isimleri, hikâyeleri, hayaletleri halen adada gezinmektedir. Bu, tuhaf bir mekânsızlık ve hikâyesizlik hissi uyandırmaktadır. Sanki Bozcaada, Lars von Trier’nin “Dogville” filmindeki kasabada olduğu gibi, sadece dekordan ibarettir ve adalı Rumların geçmişinden yapılmış olan bu dekor, Ekim ayında temizlenip depoya kaldırılmakta, bir sonraki yaz sezonunun açılmasına kadar da orada saklanmaktadır.

Bu manzara, zengin bir kültürel yaşantıyla ortak yaşam tecrübesine sahip olmuş Bozcaada için büyük tehlikedir – zira bunlar uzun bir zaman dilimi içinde, belirli koşulların da olumlu katkısıyla, kendi kendine oluşur ve yavaş gelişir. Bu zor olgunlaşan tecrübeyi kırmak, yok etmek, ortadan kaldırmak veya daha beteri düşmanlığa çevirmek ne kadar kolaysa; onu kimliğinden ve hikâyesinden kopartmak ve turistik bir istilanın silahına çevirmek de o kadar kolaydır. Zamanı geri almanın yolu olmadığına göre, acaba ne yapmak gerekir?

Geyikli’den bindileri feribottan adaya indikleri anda ‘başka bir ülkeye geldiklerini’ düşünen ziyaretçileri hayrete düşüren Bozcaada, belirgin biçimde Türkiye’nin geri kalanına benzemeyen, kendi hikâyesini öyle veya böyle hâlâ dillendiren, çok özgün ve çok özel bir bölgedir. Bu özgünlüğü yaratan kimliği, turizmin etkisiyle ciddi biçimde zarar görmüş olmakla birlikte, kendini anakaradan bunca farklı kılan pek çok özelliğini de henüz korumaktadır. Bu kimliğin ve ortak yaşantının oluşturduğu zengin kültürel mirasının haricinde, doğasıyla ve barındırdığı yabanıl canlıların bolluğuyla, kendine özgü üzüm çeşitlerini barındıran bağları ve bağcılık kültürüyle, ‘şarap rengi denizler’in çevrelediği Bozcaada için kurtuluş, elde kalan tüm bu unsurları niteliksiz turistik saldırılardan korumakta yatar. Böylelikle adanın ve adalının belleği, ticari kaygılarla tuhaf bir biçimde şekil değiştirmeden muhafaza edilebilecek ve beş asırlık ortak yaşantı, hikâyelerde ve hayallerde de olsa devam edebilecektir. Hikâyelerini anlatmak, adadan geçmiş her bir insanı canlı tutmak demektir; keza, hayal kurmadan da yaşanmaz. Belki bu hayallerden, günün birinde bir gerçek de çıkıverir, kim bilir?

Ali Kayaalp

1 – Bu manzaranın epey şiirsel bir tasviri için Yannis Ritsos, Rumluk, Yaşlı Kadınlar ve Deniz, çev. Özdemir İnce, Herkül Millas (İstanbul: Kırmızı Yayınları, 2010), s. 55.

2 – Rodos veya Kos gibi, Yunanistan’ın İtalya’dan aldığı adalar hariç.

3 – Yaygın olarak ‘Kıbrıs Barış Harekâtı’ diye bilinse de, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından belirlenen ismi ‘Atilla Harekâtı’dır.

4 – Üstelik beş asrın daha öncesi de vardır ve o dönemin mirasına, konunun uzmanı olan arkeologlar hariç, vurgu yapan genelde azdır.