Kamusal Ada BIFED

Kamusal Ada BIFED
Yazan: Lalehan Öcal Bu yazı “Yeni Film” dergisinden alınmıştır.   Bu yazı 6. Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali (BIFED) deneyimim ile festivallere ilişkin namütenahi tefekkürüm üzerine kaleme alındı. Festivalin 7.’si pandemi nedeniyle online yapıldı ve bir meydanda toplanmanın özlemi duyuldu bu yıl… Yazının başlangıcı, içinde yaşadığımız dünyayı yansıtır biçimde karanlık, festivali aktardığım kısım ise festival gözlemlerimde alışkın olmadığım kadar iyimserliğin verdiği ışıkla aydınlık. Karanlıkla aydınlığın buluşması, gecenin ardından doğan güneş gibi sıradan görünse de değerlendirmenin içerdiği değişkenlerde nadiren birbirini doğuran bir sürecin işareti. …Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı. Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz…

“Son Kuşlar” Sait Faik Abasıyanık

Ada sevdalısı Sait Faik’in 50’lerde “Son Kuşlar” hikayesiyle uyardığı yıkıma epey yakınız. Havası, toprağı, suyuyla kutuplardan yağmur ormanlarına bilfiil içindeyiz hatta. Hikayede anılan “esmer lekeler,” sonbaharda göç eden kuşların, gökyüzünün maviliğine nakşolan kanatları. Kuşların göç yollarını engelleyen havalimanı ve bilumum süreci zalimane işleyen projeler, fosil yakıtlar, dikey yükselen kentlerle birlikte iklim değişimi, hikayedeki kuşları aldatıp avlamanın hayli ötesin- de sürüleri ve türleri tehdit ediyor. Ne sadece kuşlarla arılar ne yalnızca ormanlarla buzullar tehdit altında. Bitkiden böceğe türler anbean yok oluyor, yitiyoruz biraz biraz. Hikayede bir tüccarın bahçesini süslemek üzere doğadan “sökülen çimen” ile bugünkü tahribat karşılaştırılır gibi değil. Kıyastaki orantısızlığı “devede kulak” tabiri karşılamaz ama burjuvanın lehine emeğin ve doğanın çalınması yıkımın başlangıcı. Taşıma vaadiyle sökülen milyonlarca ağaç ya da yanan Amazon yağmur ormanları, paradoksal birer oksimoron. Aylarca sönmeyen Avustralya yangınlarının yanın- da doğadan çalınan bir bahçe çimen. Çimlenecek toprak parçası kalmayan betondan ibaret artık kentler. Şehir içinde trafiğin düzenlendiği adaların imara açılmasından ürker oldu ne zamandır kentliler. Kentin dokusuna işlemiş ayrımcılık, kirli hava, hız ve tükenmez bir karmaşanın toplum- sal yükü ağır. Bu ağır yük, bin bir yükle ezilen emekçi sınıfların sırtında değil sadece, her yerde, her köşede. Yük şehirle sınırlı da değil, insanın iz bıraktığı her yerde. Doğanın, emeğin, kaynakların sömürüsünde, bu sömürünün izinde değişen iklimle her mevsimde, mevsimi kavramayı güçleştiren aşırılıklarda, her hak ihlalinde ve tüm bu yaşananların temsilinde. “Temsil yükü”(1) beyazın siyahı, erkeğin kadını, sömürgecinin madunu temsil etmesi ile de ağırlaşabilir bir filmde, bir maden göçüğü maden sahibinin sesiyle haber edildiğinde de. Dünyanın kısık sesleri veya çığlıkları hiç temsil edilmediğinde ise hafiflemiyor temsilin ağır yükü. Aksine kent hakkından sınıf mücadelelerine çağrıları görünmez kılmak, egemenin sessizlik ilkesi. Bu ilke ile kafalar kuma gömüldüğünde çarpık temsile de bilginin manipülasyonuna da gerek kalmıyor gömü açığa çıkmadıkça. Dolayısıyla yalnızca doğadan yararlanan hayvanlardan farklı olarak, doğaya egemen olan insanın kendi türüyle birlikte bütün türlere, değmese bile üretim sistemiyle uzandığı en uç noktalara bıraktığı izlerin takibi ve temsili acil, politik ve sosyal bir mesele. Okyanus, dağ, atmosfer demeden dünyanın en derin noktalarına, uçsa da yüzse de canlıların midelerine erişmiş durumda(2) endüstriyel üretimin tüketen izleri. Dünya çapında ekolojik bir krize dönüşen izlerin üstünün örtülmeden temsil edilmesi ile bir tartışma zemini oluşması beklenebilirdi. Ki olası mücadelelere kapılar açılabilsin. Halbuki bir meseleyi dert edinmiş herhangi bir yapım, temsil yükünden azade gerçekleşse bile, egemen ideolojiyi incitecek yapımların mevcut dağıtım ve gösterim sisteminde izleyiciye ulaşması, yapımın tahayyülü kadar güç. Bu sebeple finansmanı, temsil stratejisi ve içeriği ile bir filmin nasıl bir dağıtım ve gösterim ağında, kimlere hangi ortamda gösterildiği büyük önem arz ediyor.
Bihaber sırtlandığımız yükleri beraber düşünecek, tartışacak, müşterek dertlerin farkına vararak farklı deneyimlerin paylaşımına açılacak alanlara ihtiyaç duyulduğu şüphesiz. Bu anlamda Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali (BIFED) eşsiz bir varlık gösteriyor. Tematik festivaller, belli temaların ayrıntılarıyla ele alınmasına, tematik paradigmaların uluslararası karşılaş- malarla çeşitlenmesine, bu çerçevede kurulan bilgi ve empati ile toplumsal hassasiyetin gelişme- sine imkan sağlamakta. Ancak odaklanılan temaların çerçevesine sıkışıp konulardaki çeşitliliğin daralma ihtimali de var her zaman. Tematik festivaller, seçili temaya hitap edecek belli bir seyirci kitlesine seslenmekte. Korku, komedi vb. (genre) türler de festivallerin teması olabiliyor. Bu anlamda denebilir ki tematik yapı, seyirciyi sinema ekonomisinin içindeki türler gibi üretmeye uygun hale geliyor. Bir nevi kendi tüketicisini üretiyor. Halbuki BIFED ekoloji temasını kelimenin dar anlamıyla “çevre filmleri” ile kısıtlı tutmuyor. Festivalde ekoloji teması, insanı evrenin merkezine koyan bakış açısını kırmakla başlıyor temsili kapsamaya. Canlıların kendi aralarındaki ilişkileri kadar üretim biçiminden ayrılamayan çevreleriyle olan ilişkilerini de dikkate alabilecek bir seçkiye zemin sunuyor. Bir tür olarak belgesel ise ekoloji teması altındaki filmlerin içerik ve biçimle çeşitlenebileceği zengin bir potansiyele sahip. Kendini ciddiye alan bu türün de kurguya sahip bir film olduğu unutulmadan, taşıdığı temsil sorumluluğunun farkında filmleri kucaklıyor festival. Bozcaada ise büyük şehirlerde kalbi duranların tekrar nabzını attırıyor festival mevsiminde. Büyük şehirlerden çıkınca şehrin hapsinden muaf özgürlüklere kaçışı da hatırlatabiliyor adalar, sularla çevrili tabiatıyla düşlere de açılabiliyor. Şehrin hırpalayan ritminden çıkılan, denizi ve tarihi dokusuyla karşı kıyıyı unutturan, nefes almaya olanak sağlayan kendine özgü açık bir alan Bozcaada. Ancak ne kadar unutulabilir karşı kıyı? Ada şehirden ve anakaradan uzak olsa da başat ideoloji, egemenin tahakkümü, üretim ve tüketim biçimi değişmiyor. Tarihin gölgesiyle dönemin etkisi her uçta ve bucakta. Küçük adalardan büyük anakaraya pek sistem değişmiyor. Bugünü yazan tarihte de böyle. Bozcaada’dan ilk kez Rumca ve Türkçe selamlaşmanın buluştuğu Kali- merhaba(3) kitabıyla haberdar oldum. Mübadeleden de öyle. Üzüm ve şarabıyla ünlü Bozcaada (Tenedos) ile etiyle ünlü Gökçeada (İmroz) arasındaki adalar arası şen alışveriş biter mübadeleyle, yuvaya uzanan kısa deniz yolculuğu ise bitmez uzar. Son yirmi yıl içinde çok hızlı bir değişim gösteren Bozcaada, 90’lara nazaran müthiş bir turistik belde artık. Özellikle turistik bölgelerde mücadelesiz, kolektif bir şekilde yapılaşmaya direnmeyen hiçbir yer kendi halinde kamuya açık bir mekan olarak kalmıyor. Oysa tahminen turistik sezondan farklı olarak, özellikle festivali şenlendiren güz, sonbaharı şenlendiren BIFED esnasında Bozcaada tam bir meydan haline geliyor.
Meydan, merkezde kır kahvesinden Rum mahallesindeki sokaklara, gösterim yapılan bele- diye binalarından Bozcaada Kalesi’ne bakan Salhane’ye dek uzanıyor. Tanıdık tanımadık herkes teklifsizce belgeselleri tartışıyor. Filmlere konu olan meseleler meydana dönüşen her alanda çoğalarak yorumlanıyor ve paylaşılıyor. Bir festivale yakışır şekilde gösterimi yapılan belgesellerin ömrü, gösterim yapılır yapılmaz tükenmiyor, paylaşılarak çoğalmaya devam ediyor. Çünkü herkes seyrettikleri filmlerle, filmlerde konu edilenler hakkında heyecan duyuyor. Herkes ortak yaşam alanlarından nüveler buluyor filmlerde. Hikaye kapanmıyor, mesele uçup gitmiyor. Televizyon tarafından soğurulmuş bir tür belgesel. Yaygın olarak bilinen belgesel tarzı, televizyon belgeselleri. Televizyonun yüzeyselliğine yakışır biçimde suya sabuna dokunmadan doğada çitalarla penguen- leri konu edinen, konuşan kafalarla örülü, her şeyi bilen erkek sesiyle seslendirilen bir format. Bu formatın kabul gördüğü saygın uluslararası belgesel festivallerinin şaşırtıcı seçkilerine şahit oldu bu gözler. Festival yönetmeni Petra Holzer Özgüven ile festival koordinatörü Ethem Özgüven, Türkiye’deki belgesel üretimine bizzat katkıda bulunmuş iki emektar. Belgeselleriyle katıldıkları festi- vallerin yanı sıra kuruculuğunu üstlendikleri başka festivallerin de getirdiği tecrübeleri BIFED’e taşımışlar. Belgeseller ve festivaller üzerine düşünen, yazan, eğitimini veren festival yönetmeni ve koordinatörün tüm düşünsel birikim ve üretim deneyimleri BIFED’in işleyişiyle, içeriğine yansıyor. Ethem Özgüven sadece belgesel yapımının tekniğini ve felsefesini vücuda getirmekle kalmıyor, belgesellerin peşin hükümle hakikat kabul edildiği saygın alanın sorgulanma ihtiyacını vurgulayarak, temsil sorumluluğunun bu sorgulamayla üstlenilmesi gereğinin de altını çiziyor.(4) Bu düşünsel çizgi yüzlerce film arasından festivalde gösterilen filmleri seçen Petra Holzer için de geçerli. Büyük uluslararası film festivallerinin seçimleri büyük ölçüde küçük film festivallerinin seçkisini de belirliyor. BIFED’de festival sistemine bağlı olarak film seçimi yapılmadığı gün gibi aşikar. İçeriği ve biçimiyle kendini pazarlayan filmler seçkide bulunmuyor. Filmler zihinlerde karşılaştığında, filmlerin birbiriyle diyaloğunu daha da değerli kılan unsurlardan biri bu. Dahası BIFED’deki kısa/orta/uzun metraj filmlerden öğrenci filmlerine, farklı formatlarla deneysel anlatım biçimlerinin zenginliği. Kısa filmlerle öğrenci filmlerinin varlığı festivalin bir başka değeri. Zira kısa filmler tecimsel bir değere sahip olmadığı için tıpkı belgeseller gibi gösterim imkanı çok sınırlı, vizyona girme şansı yok. Kısa filmliğe soyunan reklamlar kaçış hakkı tanımadan sınırsızca her imgesel yolculuğa bulaşırken, festivaller haricinde öğrenci filmleri ve kısalarla seyirciyi yüz yüze getirecek platformlar mevcut değil. BIFED gibi farklı format ve öğrencilere yer açan festivaller sayesinde öğrenciler emek verdikleri filmlerinin seyirciyle buluştuğuna şahit oluyor, filmlerini ve kendilerini geliştirme, ifade etme, üretimlerini tartışma imkanı buluyorlar.
GAIA öğrenci ödülü için bir araya gelen öğrenci filmleri, amatör ya da profesyonel, görece büyük bütçeli ya da dayanışmayla gerçekleşmiş festivaldeki tüm filmler toplumsal hayatın bıçak sırtı konularını dert edinen ve kendilerini ifade etmek için farklı yollar arayan filmler. Rengarenk ve çok sesli filmler kendi içlerinde kapanmıyor, ifadeler çeşitlenip bir araya gelerek kuvvet kazanıyor. İçlerinden ikisi yıllardır tarihin üzerini örtmesinden korkulan baraj sularının Hasankeyf’e sinsice yaklaşmasının yarattığı hayret verici tehdit üzerine. Volkan Serdar’ın Mahlota filmi, gezgin Meryem’in tarihi kurtarma aşkıyla gelip Hasankeyf ’e vurulup bir mağaraya sığınmasını anlatıyor. Anadolu ve Mezopotamya’nın ışığı vurur, vurmaz mı mekana ve insana. Medeniyetlerin tarihsel katmanlarıyla toprağa mıhlı on iki bin yıllık kültürel mirası, sulara boğmanın ancak barbarlık olarak nitelenebileceği gerçeği, Mahlota ile Hasankeyf’e Ağıt (Fırat Erez) arasında kurulan diyaloğa yansıyor. Binlerce yıllık tarihin altmış yıllık bir baraja heba edilmesi, hazmedilecek gibi bir bilgi değil. Filmle yakılan ağıt, bu vahşete anlam vermekte zorlanan, kimlikleri inşa eden ve tanımlayan kadim tarihin bilgisiyle, Hasankeyf’in yerlisi bir bilgenin ağzından dinleniyor. Sulara gömülecek tarihin verdiği şaşkınlığın isyanıyla; “İnsan tarihiyle yaşar” tarihini yitiren toplum benliğini yitirmiştir. “Tarih ayaklar altına alınmaz. Tarih yazılır” diyor. Halbuki bu dünya tıpkı bu örnekte olduğu gibi tarihin ayaklar altında un ufak edildiği nice barbarlık hikayeleriyle dolu. Tarih, barajı geçemeyecek yazılı tarih, suyla dövülüp su altında eritilerek yeniden yazılıyor. Gözlerimizin önünde izliyoruz suların altına gömülecek medeniyetleri. Bir kentin suyla kaplanacak olması, korkunç bir ironi aynı zamanda. Susuzluk, su ve akarsuların kaybı birçok filmin ortak paydası. İranlı yönetmen Mohammad Ehsani’nin filmi Karun çeşitli tehditlerin altında yitirilmekten korkulan çok değerli bir nehir. Tıpkı Amazon bölgesinde geçen Arjantin, Şili, İspanya ortak yapımı Nehir (C.T. Goldenberg) ve üç yönetmenli Slovenya yapımı Hasarsız gibi. Türkiye’de yakından tanıdığımız, Hasankeyf için de geçerli olan Hidro Elektrik Santrallerinin (HES) akarsular ve tüm ekosistem üzerinde yarattığı tehdide karşı verilen halk mücadeleleri Hasarsız’da kano eylemleriyle işleniyor. Genç akarsu kanocularının coşkun nehirler üzerindeki eylemleri umutlu bir dinamizm ile aktarılıyor. Kano ekipmanlarının sponsorluğu ile filmi şekillendiren umutlu dinamizmi iliş- kilendirmemek elde değil. Bu dinamizmden tamamen uzak Gökyüzündeki Köy (R. L. Holbole) ise susuzluktan mustarip Aagaswadi köyünü anlatıyor. Hindistan’dan incelikli bir öğrenci filmi. Yağmur, tam köy ahalisinin meydanda toplanıp beraber tartıştığı gece bastırıyor. Hindistan’dan bir başka öğrenci filmi Piraña (Nainisha Dedhia), fonda büyük bir şehrin olduğu çöp dağına bir duvarın yıkık penceresinden yaklaşıyor. Kamera çöpleri ayıranlara çevrili. Açılış, kapanış ve ses tasarımıyla tüketim ile çöp arasındaki ilişkinin estetik bağı kuruluyorsa da çöpü asıl üreten sanayi tarafında bir boşluk mevcut. Özenle yapılmış film, egemen ideolojiyle oluşmuş yaygın anlayışı yeniden üretiyor. Çöp birikimi de çöpün geri kazanılma sorumluluğu da tüketiciye paslanıyor. Filmin yönetmeni Dedhia, Piraña’nın tamamlanmamış büyük bölgesel bir projenin bir ayağı olduğunu ve çalışmalarının devam edeceğini belirtiyor. Genç yönetmenin projedeki bu boşluğu kapatarak geliştirme ihtimali her zaman saklı. Temsil yükü genç filmlerin denemelerinde ağırlaşmıyor, sarsıcı konusunu ajitasyondan uzak aktarmayı başaran Başka Sınırlar (T. Başel, A. İbragimov) gibi mesela. Savaşlarla sınanan sıradan hayatların, başka toprakların zor şartlarında tutunmaya çalışan yaşam mücadelesine; gözlerin kaçırıldığı görünmez işçilere evrilebileceğini, sosyal destekten mahrum Afgan sığınmacıların sesi ile dile getiriyor. İstanbul’un çöp toplayıcılarını izleyen Görünmez İşçiler(U. C. Saylık, M. H. Akkaya, M. Brodersen) tamamlanmamış, üzerinde çalışılmaya devam edecek bir başka proje. Filmin açılış jeneriği , filmin ismiyle vurgulamak istediği meseleyi kristalleştirecek olgunlukta. İşçi sınıfının burjuvaya ait mekanlarda görünmezliğini işlemek üzere yola çıkan film, çöp toplayıcılarının sesine kulak verirken kentin aidiyetinin de sorgulanma ihtimalini doğuruyor. Göze sokulanlar, görmezden gelinenler ve görünmeyenler arasında filme kaydedilecek çok hikaye var belli ki. Görünmediği halde toplumun zihinsel, bedensel ve toplumsal dokusunu zedeleyen elektromanyetik alan, Karanlık Dalgalar (I. J. Chandoutis) filminin görünen yüzü. Biçim ve içeriğin bütünleştiği filmin gizli yüzü ise sanayi devrimi ve toplumsallaşamayan iletişim. Soyut bir anlatıma sahip film, deneysel, bilim kurgu, yağlıboya resim estetiğinin iç içe geçtiği eklektik bir alanda seyrediyor. Fransız yapımı bu öğrenci filmi, ellerin uzantısı haline gelen akıllı telefonların erişim hattını oluşturan elektro manyetik alanın hücumundan kaçmak zorunda kalan karakterlerin hikayesi. Dalgaların erişmediği noktaları bulmak gittikçe güçleşirken, gerçek enerjiye kavuşmanın yolu bazısı için doğanın içinde dostlarla mektuplaşmaktan, bir başkası için doğanın elverdiği ücra bir derinlikte kendi mağarasına sığınmaktan geçiyor. Filmin ana kahramanı sanayi devriminin ürettiği ve büyüyen bir hızla toplumsallaşmaktan uzaklaştıran teknoloji ve kültür. Doğaya sığınan karakterler ayrı ayrı görülse de karakterlerle özdeşleşecek zemin oluşmuyor. Bireysel ve sanal bir iletişim alanının dışına da kaçsalar, tel örgüyle çevrili açık bir geçitte bir arada ama birbirinden kopuk bir kitlenin bir parçası olarak kalıyorlar.
Bu festival filmlerinin genelinde karakterler belgesele yaraşır şekilde bir yıldız haline gelmiyorlar. Oysa hayatın içinden filmin akışına katılan bazı karakterler büyük kahramanlara dönüşmeden süper kahramanlardan öte umut aşılıyorlar. Süper kahramanlar seyirciyi mücadele tasavvurundan alıkoyan metafizik güçlere sahip çizilirken burada bahsi geçecek karakterler mücadeleye teşvik edecek süper güçlere sahip sıradan karakterler. Dünya prömiyerini BIFED’de yaparak ikincilik ödülünü alan Ovacık (A. Selenga Taşkent) filminin asıl kahramanı dönemin Ovacık Belediye Başkanı Fatih Mehmet Maçoğlu. Kendini ayrıcalıklı kılmadan halkın içinde yer alarak, kamu yararına hizmet verirken görülen çalışkan Başkan, sadece seyircinin değil halkların gönlüne taht kuruyor muhtemelen. Bununla birlikte Maçoğlu, başarıya koşan kusursuz bir lider haline de gelmiyor, erişilmez bir yıldıza da. Çatışmalı bir tarihe dayanan, ekonomisi, politiği, iklimi zor bir bölgede, toplumcu bir üretimi benimseyen Maçoğlu’nun emek dolu hikayesi çatışmasız bir anlatı yapısı üzerine kuruluyor. Çatışmanın bunca ağır bastığı bir bölgede çatışmasız bir anlatı yapısı belgesele yaraşarak filmi daha değerli kılıyor. Filmin baş karakteri kadar önü açılan sürdürülebilir doğal tarım, üretim ve dağıtım biçimi de, filmin paralel öyküsünü oluşturan futbol takımı ve takımın rekabetten uzak anlayışı da, filmin içeriğiyle biçiminin örtüşerek kurulduğu çok sesli bir karakter yaratıyor. Ancak filmin birkaç sahnesindeki varlığıyla hayran bırakan okumaya düşkün genç kadın filozofunun sesi buraya asıl konu olan kahraman. Seyircinin bilgi kodlarına işlenmiş burjuva entelektüel mitini kırarak önyargılarından sıyrılıp karanlık bir çadırda nasıl toplumcu felsefi tartışmalar yapılabileceğine dair sahici bir fikir veriyor. Çernişevski’nin “Nasıl Yapmalı”(5) kitabını bilgece özetleyen genç filozof nasıl olabileceğine dair hiçbir süper kahramanın iletemeyeceği düşünsel bağlamı sunuyor seyirciye. Görmeye işitmeye alışık olunmayan bu tartışmalara daha da misafir olma isteği uyandırıyor. Anlatmaya hep devam etsin istenen bir başka karakter Melis Birder’in Küdür filminin kahramanı Halil Kaptan. Küdür alanlarını korumanın mücadelesini kayda geçerek korumayı deneyen Bodrum Lokal’in kısa belgesellerinden biri. Küdür yarımadasında yaşayan bir Akdeniz fokunun yaşam hakkını aramanın yolu olarak Küdür filmi Bodrum’daki acı- masız yapılaşmaya karşı harekete geçişin öyküsü. Bodrum’a doğru gözlerini kapamak istiyor insan, görmemek için o canhıraş yapılaşmayı. Bodrumlu süngerci dalgıç ve kaptan Halil Aktaş, gözleri kapatarak mücadele edilmeyeceğinin farkında olanlardan. Bu yüzden filmlerle kayda geçen her ses ve direniş, gözleri açık tutmanın da bir yöntemi. Gösterimden sonraki söyleşide Halil Kaptan Bodrum’da alanlarını savunmak için verdikleri tükenmez mücadeleyi aktarırken hep anlatsın iste- di filmin seyircisi. Yenilgiden yılmayan, güçlü, aramızdan bir kahraman Halil Kaptan. Birleşerek karşı çıktıkça sermayenin saldırısı duraklatılsa da, ancak bir başka yerden kalan mücadeleye devam edildiğinde kazanımın mümkün olduğunu hatırlatan yılmaz bilge bir aktivist. Halil Kaptan festival filmlerine ait farklı seslerin, dünya düzeninin tek sesini açığa çıkardığını fark etti festivalde. Daha önce bahsi geçen Gökyüzündeki Köy filminde şirketlerin vaatlerinin nasıl değişmediğine dem vurdu. Kurak, susuz, yolsuz, bir hayli göç veren Aagaswadi köyünün işsiz halkı, topraklarına yok pahasına yel değirmenleri kuran şirketin boş vaatleriyle kandırıldıklarından şikayetçiler. İş ve bedava elektrik vaatlerini yerine getirmeyen şirket karşısında, güvencesiz ve savunmasızlar. Halil Kaptan sermayenin tavrının paralelliğini bu küçük filmle okumanın mümkün olduğunu ortaya koydu. Sermayenin çıkarını gözeten ilkelerle sarılı bütünleşen bilgi gövdesi, sadece gasp edilen mekanları, ezilenlere ait deneyimleri görünmez kılmıyor, haber medyası başta olmak üzere kültürel üretime ait her mecrada bilimsel gerçekler hasır altı edilebiliyor. Asbest gibi mesela ya da radyasyon. Hükümeti temsil eden bakanları radyasyonlu (olduğu iddia edilen) çay içerken gördü bu dünyanın gözleri, asbest olduğu iddia edilen maddenin çevre bakanı tarafından yüze sürüldüğünü izledi. Asbest bir tehditten ibaret değil. Tarihin yaşanmış, kayda geçmiş, bilinen bir gerçeği. Fethi Kayaalp büyük ödülünü alan Nefessiz (Daniel Lambo) asbesti merkezine alan Belçika yapımı bir belgesel. Film asbestin zararları anlaşıldığı halde endüstride üstü örtülerek nasıl kullanıldığını anlatıyor. Belçika’da yaşadıkları köyün asbest endüstrisinin inkarıyla yıllarca süren mücadelesini, bu süreçte savaşta yitirilir gibi her evden yitip giden kayıpları aktarıyor filmin başlangıcında. Film as- bestin yıkıcı zararını, zararın bilinmesine rağmen inkarını ve inkarla yıllara yayılan hukuki süreci, batılı bilimsel uygar yüzle kapitalizmin inkarcı maskesini iç içe geçirerek gösteriyor. Büyük örgütlü mücadelelerle Avrupa asbestin zararını kabul etmiş ve üretimi kaldırmış durumda. Oysa asbest endüstrisi zararın farkında olduğu halde hali hazırda Hindistan’da hiçbir önlem almadan işçilere ve bütün çevreye filtresiz zarar vermekte tereddüt etmiyor. Nefessiz’in bütünü, Avrupa’da geçen kişisel temelli tarihsel kısmı da Hindistan’da geçen keşif ve yaşanan sınıfsal gerçekliğin ortaya koyuluşu da paha biçilmez. Filmin sunduğu sarsıcı gerçeklik o kadar güçlü ki, burada batının sesiyle doğunun temsilini, ağırlaşan temsil yükünü tartışmaya ihtiyaç duyulmayabilirdi. Ne yazık ki arada devreye giren bir şirket casusunu anlatıda heyecanı arttıran bir unsur olarak kullanmaktan; Hindistan’daki asbest mağduru kadın karakteri egzotikleştirerek temsil etmekten; kadını doğulu, doğa ana temsili dini bir motife dönüştürmekten kendini alamamasına değinmemek mümkün değil. Casus hikayesiyle katılan ucuz heyecan ve egzotik bir figürle hikayeleştirmeye katılan oryantalist katman, aldığı fonların telkini büyük ihtimalle. Filmin pazarlanma imkanını da arttırıyor olabilir bu unsurlar ama ne pahasına. Pazarlama esas olduğunda etik denge yitiveriyor. Bu unsurlar işlenen gerçeğin önemini ortadan kaldırmıyorsa da batılı bir şirketin yarattığı asbest mağdurunu, doğulu kutsal doğa ana sınıflandırmasıyla ötekileştirmek filmin iddiasını zayıflatıyor. Sorun mücadelenin olmadığı yerde kapitalizmin arsızca sürdürdüğü yıkımken, bu yıkım insanı, insan sağlığını, doğayı ve ekosistemi tehdit eden, özellikle de işçi sınıfına yönelikken dikkat birden yön değiştiriyor. Kapitalizmin tohumlarını atan batılı sömürgeci mirasın getirdiği bir araz olarak görmek mümkün bu anlatısal sapmayı. Aslen filmin ortaya döktüğü hakikat o kadar değerli ki sadece izleyiciyi değiş- tirmesini değil, tarihi dönüştürmesini bekliyor insan. Bu filmle bu endüstri engellenmeli, filmde de yer alan Birleşmiş Milletler konseyindeki mücadele güçlenmeli ve asbestin ortadan kalkmasını engelleyen lobilerin geri çekilmesi sağlanmalı. Umut fakirin ekmeği.
Sorun sadece bir endüstri sorunu değil ne yazık ki. Endüstrilerin beynini oluşturan sistem sorunu. Sistem dünyayı çeşitli şekillerde tehdit ediyor. Bu yazıda filmleri tanıtmanın yolu tehditlerden geçiyor. Benzerliklerle beraber tehditler çok çeşitli. Filmi pazarlamak esas olduğunda sadece heyecan ve egzotik unsurların katacağı beklenti değil pazarlamayı sağlayacak mükemmellik aranıyor. Anlatıyı bozan pazarlama stratejileri de anlatı üzerinde bir tehdit oluşturuyor ve bu tehditler egemen ideoloji ile örülüyor. Ana akım sinemanın kalpten benimsediği biçimsel mükemmellik sadece bu sebeple bile sorgulanmalı. Mükemmel nedir? Filmlerin mükemmel olması beklenmemeli. Mükemmel öncelikle ana akıma ait endüstriyel bir tanım. BIFED’deki filmler arasında dört dörtlük olmayan birçok film var. Ama hepsinin değindiği tarihsel, toplumsal, ekonomik, politik veya kültürel, ekolojinin birçok boyutuna dokunan bir taraf mevcut. Dünyanın görünmez kılınan hakikatlerine değinen bir nokta, tartışılması gereken bir zemin açılabiliyor. Bazı karakterler mücadeleyi bırakıp gidiyorlar. Bazı filmler sadece şikayet etmekle yetiniyor, dayanışmanın gücünü ortaya çıkaramıyor. Tek tek bakıldığında filmler mükemmel olmayabilir, renginden kurgusuna, estetiğinden anlamına eksikler ve fazlalıklar, artılar ve eksiler taşıyabilir. Bu dünyaya ait insan yapımı üretimler ne de olsa. Filmler var, bir yerde kolay gösterilmeyebilir. Çünkü daha kapanmamış, anlatı daha girizgah halinde. Tamamlanmamış cümleleriyle kısa filmler var, öğrenci filmleri. Onları değerli kılan da bu bazen, kapanmamış cümleler. Festivalin en cesur ve güçlü taraflarından biri. Deneylere, farklı anlatım ve ifadeleri denemeye girişenlere açık. Belgeselci ve kuramcı Vietnamlı akademisyen Trinh T. Minh-ha’nın öne sürdüğü gibi mükemmel olmayan anlatılar egemen dili bozmaya aday.(6) Her çalışmanın bir sözü var, bir derdi var, her filmin olması gerektiği gibi. Ezber anlatılar, ezber anlatımlarla dökülmüyor seyircinin önüne. Böylece lokmalar dizilmiyor seyircinin boğazına takip edecek diye. Kısa filmler uzun filmlerle, öğrenci filmleri profesyonel üretimlerle, kurgu, kurmaca deneysel, sözlü tarihle, söyleşi, takiple hemhal oluyor. Yerli bir kısa filmin çekir- değini, büyük bütçeli bir uzun metrajın içeriğinde bulabiliyor seyirci. Tohumlar farklı ülkelerin hikayelerinde toplanabiliyor, hikayeler farklı, hikayelerin tohumları ortak olabiliyor. Ekmeği, emeği, suyu, toprağı sömüren iktidarlara, zehreden kimyasallara her coğrafyada rastlanıyor, ne de olsa küresel bir dünya, sistem aynı. Toprak kültüründen çalınan atalık tohumları, toplumdan mahrum eden tarım politikalarının hüküm sürdüğü, var olanı yok etmek üzerine kurulu bir düzen. Tohumları korumaya çalışan bir dünyada yaşamaya çalışıyoruz. Kökler Arasında (Gamze Terra) filminde değinildiği gibi geleneksel hayatın bir parçası, bir yaşam biçimiyken atalık tohumları saklamak ve takas etmek için bile mücadele edilmesi gereken bir gezegen. Her ne formatta olursa olsun Bozcaada’da filmler büyük bir heves, büyük bir dikkat ve saygıyla izleniyor. Gösterim ertesi söyleşiler genellikle yapımların yersiz yüceltilip yersiz yerildiği yerlerdir. Söyleşi yapılan ne kadar ünlüyse sorular o kadar güzellemeyle süslenir. Elbette beğeniler her zaman ifade edilir ancak filmle alakalı derin, isabetli, kapsamlı sorular ve yorumlar eksik olmadı buradaki söyleşilerde. Seyirci izlediği filmi daha iyi kavrayacağı bir noktaya gelmek amacıyla sorular sordu. Film üretenlerin katılımı da karşılıklı deneyimleri paylaşmak, anlamak ve anlatmak üzerine kuruluydu. Başta bahsettiğim gibi BIFED bir meydan vazifesi görüyor. Meydana, meydanda karşılıklı etkileşime çağıran bir alan. BIFED Bozcaada’nın merkezinde bir “kamusal alan”(7) potansiyeli sunuyor. Filmlerle filmleri kuranların, filmleri izleyenlerle zihinde birleştirenlerin toplumsal ortak bir fayda etrafında düşünce, sorgulama ve eylem geliştirebilecekleri eleştirel ve özgürleştirici ifadenin hayat bulduğu bir platform. Festival zamanına ve mekanına sığdırılan, beraber bu zaman ve mekanın dışına taştığınca bir kamusal ada. BIFED ekibi toplumsal belleği kurmakla ilgili temel kavramın “hatırlamak değil unutmak” olduğu konusunda uyarıyor. Çok sesli, birbirine kulak veren, eşitlikçi, farklılıklara açık, eleştirel ve özgürleştirici bir platforma tutunarak BIFED gibi bir kamusal adada unutmaya beraber direnmek mümkün olabilir. Direnelim ki Sait Faik’in deyişiyle mavi gökyüzüne çalınan siyah lekeler unutulmasın. Serçeler nadir görülüyor artık toprakta yıkanırken.  
Notlar: 1) Shohat, E. & Stam, R. (2002) Unthinking Eurocentrism: Multiculturalism and the Media. London: Routledge. 2) http://www.mikroplastik.org/index.php/tr/mikroplastik/mikroplastikler-neden-zararlidir.html 3) Başlangıç, Celal (1987) Egenin Sevdalı iki Dili: Kalimerhaba. İstanbul: Boyut Yayınları. 4) Özgüven, Ethem (2011) Olmayana Ergi Yöntemiyle Bir Formatı Sorgulamak: Belgesel Var Mıdır? (Yayımlanmamış Doktora Tezi) İstanbul: Marmara Üniversitesi.; Yeni Film dergisinde 18-24 sayıları arasında altı bölümlük “Belgesel Sinemaya Dair Yazılar” yayımlanmıştır. Derginin 21. sayısında yer alan makalede Özgüven, belgeseller ile festivalleri ele almaktadır: Özgüven, E. “Belgesel Sinemaya Dair Yazılar IV: Festivaller ve Saptamalar.” Yeni Film. S:21. Ekim-Aralık 2010. ss. 71-6. 5) Çernişevski, N. (2017) Nasıl Yapmalı. (çev.) Mazlum Beyhan. İstanbul: Kor. 6) Minh-ha, Trinh T. (1991) “Outside In Insıde Out.” When the Moon Waxes Red: Representa- tion, Gender and Cultural Politics. London: Routledge. s.71 7) Özbek, M. (2004) Kamusal Alan. İstanbul: Hil Yayın; A. Süalp, T. (2004) “Kamusal Alan, Deneyim ve Kluge.” (der.) Özbek, M. Kamusal Alan. İstanbul: Hil Yayın.
   
Related Posts