Kıymet

Kıymet

Kıymet ya da değer kavramlarını, sözünü ettiğim kavramların bağlantılı olduğu öznenin azlık ve bolluğuna göre yorumlarız. Ya da bireyin bu özneye ulaşabilirliği, imrenme ve özenti üzerinden tarif edip kültürel ve geleneksel yorumlarla mevzunun üstünü kapatmaya eğilimliyizdir. Bunlarla ilgili atasözleri de yüzeyseldir ve aslında az şey açıklar. Bunun da ötesinde, kolay ulaşılan şeylerin değersiz olması duygusunu insani zaaflardan biri kabul ederiz. Hiç de öyle değildir. Tamamen kapitalizmin bünyede yarattığı arazlardan biridir sürekli tatminsizlik veya kolay ve bol olanı kıymetsiz bulma duygusu.

 

Fiyatlandırma, kapitalizmin ana değer ölçüsüdür ve sanaldır. Kıymet ve değer, kapitalizmin belirlediği sanal fiyatlandırma ile bir hayli ilişkilidir. Bu fiyatlandırmayı yaparken kitlelere neyin çok neyin az verileceği de yine dünyanın, tarlaların, okyanusların üretme ve kendini onarabilme gücü hiç hesap edilmeden; hiçbir etik, matematik ve mantıkla ilişkisi olmayan tamamıyla sanal süreçlerle belirlenir. Üretim ve dağıtım süreçlerinde dünyanın ekolojik dengesi, yerel halkların yaşam kalitesi, adı geçen ürünün halk sağlığına uygun olup olmaması, karbon ayak izi gibi birçok unsur hiçbir şekilde dikkate alınmaz. Örneğin çiya (chia) tohumu ve kinoa, Bolivya ve Peru’dan Avrupa’ya gelir ve temel besini buna dayalı Peru’nun yüksek yaylalarında yaşayan yerel halk aç kalır. Şili’deki avokado üretimi halkı ve toprağı susuz bırakır. Temel dürtü yalnızca kâr etmektir. Karbon ayak izi veya benzeri önemli kritik ölçütler kapitalizmin ayağına hiç dolanmaz. Örneğin suşi için oluşan arz ve talep patlaması orkinosu, özellikle Mavi Yüzgeçli Orkinos’u yol etmiştir. Bununla da kalmıyor. Özellikle Akdeniz gibi küçük denizlerde besin ve canlı zincirinin büyük ve önemli bir halkasını yok ettiğinizde Akdeniz’in zaten can çekişen ekosistemine son çiviyi de çakmış olursunuz. Ancak tüm bunlar önemli değildir. Suşi lokantaları açılır durur ve ülkenin sanatçıları, politikacıları, zenginleri ve tüm elit kitle oraya akmaya başlar. Çeyrek asır önce Kıbrıs açıklarında, Saroz Körfezi’nde balıkçıların ağlarına girdiğinde küfürlerle karşılanan Orkinos birden tanesi Tokyo Balık Borsası’nda iki yüz elli bin dolara kadar alıcı bulan bir şeye, metaya dönüşmüştür. Bu balık kadar değerli olmayan sıradan bir ürünü, örneğin bir şişeyi ele alalım. Şişenin ham maddesi kumdur. Ancak kulağımızda bıraktığı tesirin ve bilinen yanlış enformasyonun aksine kum bitimlidir ve hızla bitmektedir. Ancak günümüzde şişe çok değersiz, depozitosu bile olmayan bir maddedir. Şişenin ekolojik maliyeti hesaplansa hiçbir şişeyi atamayız. Kapitalizm bize onu öyle bir kıymetle, öyle bir değerle verir ki istesek de atamayız. İçindeki maddeden daha değerli bir depozitosu olur. Falan filan… Ama çeyrek asır önce temiz bir şişe, iki yüz kiloluk bir orkinostan daha değerliydi. Değerliydi? Değerliydi(!)

Kapitalizmin belirlediği, hayatımızı belirleyen ve mahveden tüm değerlerin aslında hiçbir mantığı yoktur. Örneğin işçi ücretleri… Bugün itibariyle dünya gezegeninde, ben bu yazıyı yazarken işçi ücretleri kimi yerde günde bir dolar kimi yerde günde on dolar, kimi yerde günde yüz dolardır. Kimi yerde de, örneğin Pakistan’da, tuğla ve briket yapımında çalışan işçi sürekli patrona borçlanır. Yemek diye kendisine verilen bulamacın değeri o işçinin ve ailesinin -ki altı yaşındaki kızı da çalışmaktadır tüm gün- günlük üretiminden fazla hesaplanır ve aynı işi yapan dört işçi dünyanın dört köşesinde aynı dünyasal zamanda böyle ücretlendirilir. Günün birinde bu adaletsiz ve ahlaksız süreçten yararlananlar tarafından bunun bedeli de ödenecektir şüphesiz. Her şey ödenir. 

 

Olabilecek en yoz ve mantıksız düzendir kapitalizm. Matematik bunu söyler; felsefe

, makroekonomi, mikroekonomi ve istatistik bilimleri de bunu söyler.

Çok yakın zamanlarla ilgili (yakın zaman?) bir iki nesil öncemizden; ana, baba ve ninelerimizden şaşırtıcı sözler duyarız: “O kış iki portakal vardı evimizde. O kadar kıymetliydi ki birini yiyemedik, çürüttük.” veya “Alman Ernte sigaralarının naylon poşetini yıllarca kullandım.” Bahsettikleri; Migros torbasından az daha hâllice, Mavi Jeans veya Zara torbaları gibi az daha güçlü bir poşet. Naylon torba. Bunlar yatağın altına koyulur, orada düzgünce saklanırdı. Her evde en fazla bir iki tane olurdu. Sonra misina… Giritli Osman Amca’nın oğullarının Bonn’dan yine Alman markası kaplumbağa misinalarını göndermesi için haftalarca beklerdik. Çok uzun bir süre… (çok uzun bir süre?) Aynı paragrafta iki nesil arasındaki otuz yıl ile birkaç haftalık sürelerin yazıda nasıl ele alındığına dikkat ederseniz önemli bir tezat görebilirsiniz. Yarım asır çok kısa bir süre ve birkaç hafta çok uzun bir süre olarak nitelendirildiğinde hiç şüphesiz zaman dediğimiz kavramın sanal inşasından bahsetmek gerekir. Tıpkı değer gibi zamanın da hem inşası hem de yorumu sanaldır. Zaten sizinle paylaşmak istediğim temel konu olan değer, kıymet bu zaman kavramıyla dolaysız ilişkili. Bir kere, her üçü de sanal: Değer, kıymet ve zaman. Zamanın sanal kurgusu ile ilgili bahsettiğim şey “of bugün de hiç vakit geçmiyor” gibi bir şeyden daha karmaşık geliyor bana. Kapitalizmin oluşturduğu bir sanallıktan bahsediyorum. Şüphesiz masum değil ve tehlikeli.

 

Şimdi poşet bol, değil mi? Şişe de öyle. Size herhangi bir kıymet ifade eder mi şişe? Hayır. Dünyanın bitmekte olan kumsalları bir şey ifade eder mi? “Denizde kum onda para” sözü kişinin zenginliğinin dünyada en çok bulunan ve bitimsiz bir şeyle karşılaştırılmasıdır. İşte o bitiyor. Kum bitiyor. Kum bitse ne olur bitmese ne olur plastik şezlonga uzanırız.” dan hayli derin bir sorun kumun bitmesi. Ancak günümüzün çağdaş bireyinin kumla ve onun bitmesinin getireceği ciddi ekolojik sorunlarla olan bilgisi, iletişimi ve ilişkisi de kapitalizm tarafından kesilmiştir. Şişenin depozitosu var mı? Yok. At o vakit, at gitsin. 

Balık avladığımız çocukluğumuzda 0;15lik bir kaplumbağa misinayla kurduğumuz ilişkiyi ve o misinaya atmak zorunda kaldığımız her düğümün ne kadar canımızı yaktığını anlatamam. Şimdi dünyada Ekvator’u elli kere dolaşacak kadar misina ve bir o kadar da balık ağı var. Misinan mı dolaştı? At gitsin, her türlüsü her yerde var. Üç kuruşa. Ama artık avlanacak balık yok.

 

Kapitalizm şeyleri bollaştırırken genel olarak insani bir amaçla yola çıkmıyor. Ucuzlaştırırken de öyle. Tüm bolluk içeren ürünler insanlık yararına bol ve çok değil, kapitalizm ve kâr dürtüsü öyle uygun gördüğü için bol. Aksi takdirde Afrika’yı parçalayan Ebola ile ilgili çok daha fazla ilaç, çare, tedavi yöntemi araştırılırdı. Bolluğun temel kapitalizmin akıl almaz bir israfı da körükleyen rekabet ve piyasa koşulları ve büyüme saçmalığıdır: Ben ondan önce yaptım ve benimki daha ucuz. Dolayısıyla benimkini alın, hemen alın, daha çok alın. Bu gayriinsani bolluk tam da gayriinsani olduğu için bir tatmin yaratmaktan çok bir değersizleştirme sürecini tetikler ve aslında yapmak istiyormuş gibi göründüğü şeyin tam tersini yapar: İnsanda hem çaresi olmayan bir obeziteye yol açar hem de sürekli ve büyük bir tatminsizlik oluşturur. Kitlelerde de. Bu iki tür bir tatminsizliktir. Kapitalizm bir yandan da zenginliğin sürmesi için fakirliği de mutlaka genişletmek, elindeki fakir stoklarını hep kalabalık tutmak zorundadır. Bu nedenle en diptekiler, Bangladeşli, Çinli işçiler, yani özetle bu bolluğu yaratan işçi sınıfı tüm bunlara ulaşamadığından, çocuğunu yılda bir gördüğünden, parmakları, dişleri, beli sürekli ağrıdığından, yani hayli anlaşılabilir sebeplerden mutsuzdur. İsveçli de bildiğiniz gibi tüm bunlara hemen her zaman ve fazlasıyla, bıkana kadar sahip olduğu için mutsuzdur. (İsveçliler son yıllarda her ankette en mutlu topluluk çıkıyor diyeceksiniz. Evet, sağ oylar artıyor İsveç’te ama bu kıymetli ve tartışmaya değecek bir sonuç değil, İsveçli tabii ki mutsuz.)

 

Kapitalizmin bu saçma ama doğaya ve insana büyük tahribat veren, çok zararlı firmalar arası kapışması ve piyasa koşulları yalnızca dünyayı tüketmekle, mutsuzluk ve tatminsizliği artırmakla, fakirliği mutlak sürdürülebilir kılmakla kalmaz. Tüm bunların ötesinde bunlara ulaşabilen şanslı azınlık için de her şeyi sıradanlaştırır ve kıymetsizleştirir. Bugün yalnızca şişe ve poşet mi değersiz? Eğitim, gıda ve gündelik hayata bakınız. Buralarda yine kapitalizmin sanal fiyatlandırmasının yükseğe yerleştirdiği birkaç şeye manyakça bir özlem içindeki hayli hastalanmış bireylerden değilseniz (Ah bir Porshe’m olsa ne kadar mutlu olurdum ama yok ve çok mutsuzum.) alamadığınız ve ulaşamadığınız hiçbir şey olmadığı gibi, daha kötüsü, yerine dolduramayacağınız bir şeyin olmadığını da görürsünüz: Pınar süt yokmuş, Sek alayım. Coşkun sucuk yokmuş, Apikoğlu alayım bari. Ahmet artık çok hevesli çalışmıyor. Mehmet’i alayım, Ahmet’i atayım.

 

Tüm dinlerden uzak bir yerden baktığımı öncelikle ve önemle belirterek sabretmek, oruç tutmak ve özellikle de beklemek fiilinin zamanı anlamlandıran ve şimdiki zamana derinliğini veren temel belirleyenler olduğunu düşünüyorum. Dünyaya dikkatle bakınca gördüğümüz resim her türlü anlamdan soyut, zavallı bir resimdir: İsveç’te hiçbir şeyi beklemeden elde eden bir grup ile Bangladeş’te hiçbir şeyi hiçbir şekilde elde edemeyen bir diğer grubun mutsuz inek, levrek, tavuk ve domuzlarla sıkışık yaşadığı bu gezegen… 

Böyle bir düzende kapitalizmin bütün mantığına şiddetli bir darbe vuran, çok acılı olacağı belli bir değişim gerekiyordu. 

 

Gezegenin, üstündeki bu büyük lüzumsuz yükü silkmesinin vakti çoktan gelmişti. Tüm bu sınırsızlık ve küresellik yalanının arkasında, bu her şeyi olan grubun hiçbir şeyi olmayanı yaklaştırmamak için yükselttiği duvarlar görünüyor. Açıklıkla görünüyor. O kadar sık ve o kadar yüksek ki bu duvarlar, uzaydan bile görünüyor. Tüm bu manyaklık içinde çağdaş bireyin tek sığınağı ve gücü olan verdiği oy da Cambridge Analytica’nın karanlık dehlizlerinde dönüştürülünce geriye yalnızca tüketim gücü kaldı elinde var olmak adına. Belki de tüketmeme gücü demek daha doğru olacak.

 

İnsan olabilmenin gerektirdiği değerleri yeniden oluşturmak ve tam da bu nedenle zaman dediğimiz yapıya anlamını geri verebilmek için tüketmeme gücümüzü kullanmak gerekiyor. Bu yazının hiçbir anlamda ideolojik ve ekolojik bir yazı olmadığı umarım anlaşılır. Çünkü tamamen mutsuzluğu araştıran bir yazı bu, tatminsizliği ve koyu bir ümitsizliği. 

 

Çağımızın büyük hastalığı olan hız, bize tüm bunlarla ilgili yorum imkânı bırakmıyordu. Bu nedenle bu Korona Virüsü felaketi, her şeyin hızını kesen bu felaket, soğukkanlı düşünebilme imkânı sunması açısından çok acılı ama önemli bir imkân. Nereye yetişiyorduk insanlık olarak? Arkasına saklandığımız free trade yalanının sonunda bir yerden yırtılacağını bilmek için kâhin ya da bilim insanı olmaya gerek yoktu. Her şeye her zaman ve hızla sahip olmak neredeyse sahip olmamak ile aynı duygu durumuna getirdi insanlığı. Hiçbir şey, hiç kimse özgün değil. Herkes ve her şeyin ikamesi var ve bu çok hızlı mümkün. Çinliler bütün gereksinimlerimizi çok hızlı ve ödeme gücümüze uygun kalitede yapıyordu. Şimdi bunu ödüyor insanlık. 

 

Sanıyorum bizim için, parasız eğitim için geleceğini riske edenlerin kurduğu Nota Bene Yayınevi ile, Nesin Yayınevi ile, Buğday Derneği ve onların “Zehirsiz Sofralar” çalışmaları ile, KHK ile işlerinden olan hocalarımız ile, dostlarımız ile, Temiz Hasat, BÜKOOP, Kadıköy Kooperatifi ve tüm diğer kooperatifler ile, tek başına kalan tüm insanlar ile iletişim kurmanın ve dayanışmanın en doğru zamanı şimdi. Belki de Karaot Tohum Derneği ile iletişim kurup Anadolu’nun atalık tohumlarını elde edip onları ekebilirsiniz. Fide de sağlıyorlar. Gerçekten de bir karış toprağınız varsa bir şeyler yetiştirmek çok ferahlatıcı olabilir. Kapitalizmin kısır tohumları yerine binlerce yıldır bu topraklara uyum sağlamış tohumları birbirimizle değişmek, dağıtmak, ekmek bu korkunç virüs dağılımına karşı bir iyinin dağıtımı anlamına gelecektir. 

 

Kompost bu dönemde çok önemli. Sürekli evde olmak ne kadar fazla atık yaratan bir canlı olduğumuzu algılamamıza yaradı. Birçok atık çok kıymetli bir toprağa dönüşebiliyor ve şu anda dünyanın toprağı da büyük bir hızla yok oluyor. Özellikle verimli toprak. Kaldı ki ürettiğiniz bitkileri de yiyebilirsiniz. Kısa bir süre içinde sınırlı üretimleri olan ve sosyal yapısı bir hayli tahrip edilmiş bir ülke olarak doğalgazdan elektrik ve suya, ekmekten patates ve soğan gibi ana besin maddelerine ve hatta tuvalet kağıdından belki de her şeye kadar ciddi bir daralma bekliyorum. O nedenle toprağa değen herkes bir şey ekmeli diye düşünüyorum.

 

Yazıyı çocuk doktoru olan kız kardeşimin uyarısıyla bitirmek istiyorum: “Biz bu ülkenin doktorları yıllardır maruz bırakıldığımız çalışma şartlarından dolayı aslında şiddete, aşırı çalışma ve aşırı yüke o kadar dayanıklıyız ki bu virüsle en kolay başa çıkabilecek üç dört ülkeden biriydik. Keşke sürecin başından Tabipler Odası sürece dâhil edilseydi. Maalesef tüm bunlar yapılmadı.”

Tüm bunlar yapılmadığı gibi hepinizin bildiği olağanüstü hatalar yapılıyor. Geçen yıl Umre’den dönenler her yere dağıldı, insanlar hâlâ fabrika ve tersanelerde yan yana çalışıyor. Açıklanan paketlerde dar gelirli ve öğrenciyi yakın “açlık” tehlikesinden koruyacak hiçbir şey yok. Her şey aksıyor. Ama Kanal İstanbul ucubesinin ihalesi aksamıyor. Bu arada çok yakın bir zamanda öğünleri azaltma gibi bir şeyleri denemeye başlamamız gerektiğini paylaşmalıyım sizlerle. Bu konudaki naçiz araştırmalarım yakın gelecek için çok büyük tehlikelerin varlığına işaret ediyordu. Bu iktidar kadar çiftçiyi ezen hiçbir yönetim olmadığından söz ediyor küçük, yerel ve temiz üretim yapan çiftçi. Bu neslin önemli bir kısmı ve gelecek neslin tümü tarımdan uzaklaşıyor. Bu birçok araştırmanın ortak sonucu. Dolayısıyla şu süreçte temiz üretim yapan küçük üretici ile aslında kendi yararımıza olan dayanışmanın tam sırası. 

Kız kardeşim sözlerini şöyle bitiriyor: “İtalya’da evlerinde ölü bulunan yalnız yaşlılardan bahsediliyor. Bizde açlıktan ölen gençler ve aileler olacaktır.” Şimdi, düşünmek ve duygulanmak için geri aldığımız bir vakit var. Tekrar insani değerleri bulmak için önemli bir süre olacak önümüzde. Hiçbir garantisi olmayan ve gündelik kazançla yaşayan aileler, öğrenciler ve yalnız yaşayan yaşlılar ile ilgilenmemiz gereken bir zaman bu. Onları kaderlerine terk edemeyiz. 

Sevgiyle kalın.

Ethem Özgüven

Related Posts