Image link

Gaia Öğrenci Yarışması - Naci Güçhan Ödülü

Sevgili Naci Abi,

Bu sana ilk mektubum. Seninle ilgili yazmak yerine sana yazmaya karar verdim. Anlatacak öyle çok şey var ki… Bugün tam bir ay oldu o güzel sesini bir daha duyamayacak olduğumuzu öğreneli. Perşembe günü konuşmuştuk. Babamın John Berger hakkındaki konuşmasına davet etmiştim seni, Ayvalık’a.  “Leylâ’cım, bana birkaç gün ver karar vermem için” demiştin. Cumartesi Assos’a geleceğimizi söyleyince de, “Görüşürüz o zaman, ben cuma, cumartesi Karlos’ta kalacağım.” Ya cumartesi akşamüstü uğrayacaktık ya da sen pazar kahvesini bizde içip Tavaklı’ya dönecektin. Olmadı.

Bu yılki BIFED’e gelip gelmeyeceğin konusunda da kesin bir şey söylememiştin o gün ama ben Petra’ya gelirim demiştim. Hangimiz Ethemlerin bahçesindeki o muhteşem yemeğin “son yemek” olacağını bilebilirdi? Senin de olduğun resimler çektiğimde bir kopya da sana gönderirdim. O masadan da birkaç resim var, nedense göndermemişim. İki tanesinde sen de varsın. Birinde iskemlede kaykılmış konuşulanları dinliyorsun, ağzında cigaran, henüz yakmamışsın. Dunhill tabii. Öteki resim sigarayı yakarken,  saatin anı yakalamış, gözünde güneş gözlüklerin, başında yeşil kep, üzerinde gri Lacoste, önündeki kenarı mavi tabak boş: Ethem’in tutup pişirdiği melanurlar yenmiş, kadeh de az sonra yeniden doldurulacak. Aya Petro, Erken Hasat Vasilaki, Bozcaada 2022. Solunda Petra kameraya gülümsüyor. 6 Ağustos 2023, saat 2’ye 13 var.

Ayvalık’a döndüğümde zeytinle ilgili bir yazı ısmarladılar bana. Yazmayı öyle özledim ki kabul ettim hemen. Ekimin 1’ine kadar süre vardı. Günler zeytin yazısında ne yazacağımı düşünerek geçerken Petra’dan bir mesaj geldi: bu sene Gaia Öğrenci Belgesel yarışmasının Ödülünü, “Naci Güçhan Ödülü” olarak verme kararı aldıklarını, ödüllerle ilgili hep bir metin yazdıklarını, “Naci Hoca” ile ilgili bir metin yazmak isteyip istemeyeceğimi soruyordu. “Denerim,” dedim. Üç gün sonra “Zeytin Ağıdı” çıktı ortaya.

“Zeytin yeşili kareler geliyor geçiyor gözümün önünden, Bozcaada’dan, Adatepe’den, Değirmenden, Tavaklı’dan. İlk gelişler, son gidişler. Gökten bir zeytin tanesi düşüyor bilardo masasının üzerine. Lacrimosa…” diye bitirmiştim yazıyı. Bozcaada’ya ilk defa Nihat götürmüştü beni. Son gidişimiz seninle. Sana söyledim mi bilmiyorum, Nihat “Butch Cassidy and the Sundance Kid” deki bisiklet sahnesine hayrandı. Büyükada’da beni bisikletine bindirip o sahnedeki gibi gezdirmişti. Filmi yıllar sonra bulup seyrettim. Türkiye’de “Sonsuz Ölüm” diye gösterilmiş.

“Umut”u da yeni seyrettim, kızma. Troas’taki garsonu, adı Umut olduğu halde Yılmaz Güney’in Umut’unu nasıl bilmiyor diye azarladığında Ayvalık’a döner dönmez bulup izledim. Adana’da bir süre yaşadıktan sonra izlediğim için gizlice sevindim de. İşte tam da o sıralarda pazarda dolaşırken At Arabacılar Meydanı’nın sahile dönen köşesindeki dükkândan “Bah hele, bah hele,” diye bağıran adamla göz göze geldik. “Adanalı mısın?” diye sordum. “Yok,” dedi, “Hanımın bir arkadaşı var, o diyor böyle, hoşuma gidiyor.” Ben de atıldım hemen, “Daha yeni Yılmaz Güney’in Umut’unu seyrettim de!” Ne zaman oradan geçsem gülümsüyoruz birbirimize.

BIFED’in altıncı yılında jüri üyesiymişsin. Festivalde yer alan yönetmen ve jüri üyeleriyle yapılan röportajların onuncusu seninle yapılmış. Mustafa Dermanlı, “hem Türk Sineması’nı, hem ekolojiyi, hem de BIFED’i konuştuk” diyor. Sohbet ekolojiden sanata, şiire uzanmış. Ülke sinemasından da ne kadar umutlu olduğunu dile getirmişsin. Lafı ‘çıkış noktam’ dediğin Eliot’ın “Gelenek ile Bireysel Yeti” makalesine getirmişsin. (Tradition and the Individual Talent, 1919) Gelenek zenginleştikçe nitelikli filmlerin ve yönetmenlerin çoğalmaya başladığını söylüyorsun. “Biraz klişe olacak ama çok umutluyum” da demişsin ya, NE KLİŞESİ NACİ ABİ! umutlu olma erdemine sahipsin sen. Seni en güzel sen anlatıyorsun, o söyleşiyi defalarca okuyabilirim. Bu mektubu okuyanlar da okur mutlaka*. Turgay’la TESAK’ta yaptığın “Sinemamızın Yüzyılı” söyleşini de kim bilir kaç kere seyredeceğiz. Öğrencin olmak varmış diye düşünmekten alamıyorum kendimi.

Senden defalarca dinlediğimiz hikâyelerin tadı hep damağımızda kalırdı. Ne sen anlatmaktan bıkardın ne de biz dinlemekten. Birgün telefonla aramıştın beni, “Leylâ’cım sana bir borcum var,” diye. Şaşırmıştım, ne borcun olabilirdi ki. “Bana,” dedin, “çok güzel bir roman önerdin, sayende Emanet Zaman’ı okudum. Ben de sana bir kitap önereceğim. Değişik zamanlarda okuyabileceğin, çok ilginç bir kitap. Seveceksin: Kırmızı Kazak. Bir de birbirimizden habersiz edindiğimiz yemek kitapları vardı. Anneme barbunyaya tarçın koyduğunu söylediğini duyunca Marianna Yerasimos’un tariflerinden mi acaba diye geçirmiştim içimden. Sofranız Şen Olsun başka bir favorimizdi. Seninle Sevim Abla’nın dükkânında, Bebek Badem Ezmesi’nde tanışmış olmamız da tesadüf olmasa gerek.

Biraz da Ömer’den haber vereyim sana. İdil’e nasıl söyleyeceğini bilemiyordu. “Naci dedeyi görmek istiyorum” demiş.  Çocukların doğaya olan yakınlığı aklına gelmiş Ömer’in. Sonra da Wordsworth’ün ünlü kasidesi. Ölümsüzlük, çocukluk hatıralarının çağrışımları… Ve “Çiçek olacak, ağaç olacak Dede,” demiş, “Toprağa gömdüm.” İdil sormuş “Her tarafını kapladın mı?” Sık sık yazışıyoruz onunla. “Drive my Car filmini mutlaka gör Ömer” demişsin. “Müthiş film,” diyor, “üstüne Vanya Dayı’yı bir daha okuyorum.” Acı haberi aldığında uçakta gelirken Yurttaş Kane’i izlemiş. Hep ilk dörde koyarmışsın. Daha bu yaz Xanadu’nun bahsi geçmişti aramızda. Sen “Citizen Kane’deki saray” demiştin ben Coleridge’in şiirinde Kubilay Han’ın yazlık sarayı demiştim. Rivayete göre sarayın ismini Kubilay Hana rüyasında bir kadın söylemiş. Düşleri sen de severdin. Hele Bir İlkyaz Düşü’nü:

Haziran gelincikleriyle gelirdin her yaz,

pencerenin pervazına yaslanır beklerdim seni,

gelincikler arasından uçarak gelişini

             kelebeklerle yarışırcasına.

Oysa bütün kış yağan karı seyrettim aynı pencereden,

kar altında göğün mavisini unutan suskun denizi.

Kıyıdan uzak evlerin ışıklarını gördüm gecede,

dağlardan inen aç kurtların parlayan gözlerini.

Sen gelmeden annemin topladığı otların

adlarını yazacağım bu deftere sana öğretmek için,

salkımsöğütlere neden ağlayan söğüt dediklerini

yaban ellerde, narın ağladığını, ayvanın güldüğünü

               bile bilmediklerini.

Sen gelince, deniz kıyısından tepelere yükselen

zeytinlikleri göstereceğim sana ve güneşleri

zeytin tanelerinin içine gizlenen. Akşamları

denize karşı oturduğumuzda, Sappho’nun

şarkılar söylediği o eski bahçeleri anlatacağız birbirimize.

Ve herkes unutmaya başlamışken

biz canlandırmaya çalışacağız renklerini o eski bahçelerin.

Leylâ Çapan